Bu konferans, bizim geleceği önceden öngörebileceğimiz veya bunun rastlantısal veya kendiliğinden olup olamayacağını sorgulamamızla ilgilidir. Eski çağlarda dünya kendiliğinden böyle "güzelce kurulmuş olmalıydı!" fikri hakimdi... Seller veya hastalıklar açık bir sebep olmaksızın uyarılmadan olmamalıydı. İlkel ırklar benzer doğa olaylarını mizahi olarak söylersek kaprisle davranan tanrı ve tanrıçalarının panteon’una yoruyorlardı. Ne yapmak istedikleri hakkında önceden tahmin etmeye imkan yoktu: tek umutları adak ve aksiyonlarla fayda ummaktı. Pek çok insan hâlâ bu inanca kısmen sahiptir ve kazandıklarıyla bir uzlaşma yapmayı denemektedirler. Sadece dersten A almak veya ehliyet sınavını geçebilmek için bazı şeyler yapmayı isterler.
Derecesel olarak gene halk, doğanın davranışındaki bazı regülaritelerin olduğunu fark etmiştir. Bu regülariteler gökyüzünden cennete gidileceği inancında olduğu gibi aşikardır: o yüzdendir ki astronomi gelişen bir bilim olmuştur. 300 yıl kadar önce Newton tarafından matematik tabanına oturtulmuş yerçekimi teorisi halen gök cisimlerinin hareketlerini tahmin etmekte kullanılmaktadır. Astronomiden yola çıkarak diğer doğa olaylarının da belirgin bilimsel yasalara uyacağını düşünmek bulunmuştur. Bu, halka daha çok Fransız alim LaPlace tarafından söylenen bilimsel determinizm düşüncesini getirmiştir. LaPlace’ın bizzat kendi ağzından sözlerini size aktarmak için arkadaşıma bunları bulup getirmesini söyledim. Fransızca olduğundan bu toplulukta sorun yaratacağını sanmıyorum (Audience: Fransız herhalde).Fakat sorun LaPlace’ın Prewst gibi oldukça uzun ve kompleks cümleler kurması... O yüzden adım adım gideceğiz. Söylediğine göre eğer biz herhangi bir zamanda evrendeki tüm parçacıkların hız ve konumlarını bildiğimizde geçmişte veya gelecekte herhangi bir zamanda davranışlarını hesaplayabiliriz. Napolyon tarafından “Bu sistemi Tanrı nasıl yerleştirdi?” sorusu sorulduğunda LaPlace’ın : ”öyle bir hipoteze hiç ihtiyacım olmadı” şeklindeki yanıtını anlatan hikayede LaPlace’ın Tanrının bulunmadığını iddia ettiğini zannetmiyorum. Bilimin yasalarını kırmamak için O’nun müdahele etmediğini söylemek istiyor. Bence her bilimadamının her konumu böyle olmalıdır. Bir bilimsel yasa eğer O’nun çalışmasına izin verdiği ve müdahele etmediği bir süpernatürel varlığın olması durumunda bilimsel yasa olur.
Belli bir zamandaki evrenin durumu diğer değişik zamanlardaki durumunu belirler düşüncesi LaPlace zamanından beri bilimin merkezi öğrenisi olmuştur. Bu geleceği en az prensipte tahmin edebileceğimizi gerektirmektedir. Pratikte denklemlerin kompleksitesi yüzünden geleceği tahmin etme yönündeki ve bunların kaos denilen bir özelliğe sahip olmasından dolayı becerimiz kısıtlıdır. Jurassic Park’ı izleyenler bilirler, bu; diğer bir yerde majör değişikliklere yol açan bir yerdeki ufak bir karışıklık anlamına gelmektedir. Bir kelebeğin kanat çırpması New York Central Parc’ta yağmur yağmasına neden olabilir. Sorun, bunun tekrar edilemez olmasıdır. Gelecek sefer kelebeğin kanat çırpmasında havadurumunu da etkileyebilecek gelişecek şeylerin konağı farklı olacaktır. Bu yüzdendir ki havadurumu tahminleri birbirini tutmaz.
Pratik zorluklar yüzünden bilimsel determinizme 19 yy. boyunca resmi dogma hakim olmuştur. Buna karşın 20 yy.’da LaPlace’ın vizyonunu gösteren 2 gelişme olmasına rağmen geleceğin tam olarak tahmini gerçekleşememiştir. Bu gelişmelerden ilki 1900’lerde Alman Fizikçi Max Planck tarafından bir “ad hoc hipotezi” olarak önemli bir paradoksu çözmek için ileri atılmıştır. 19 yy.’ın klasik düşünceleri uyarınca Laplace’tan önce sıcak bir gövde, sıcak kırmızı bir metal parçası radyasyon yaymalıydı. Enerjisini radyo dalgaları, kızılötesi, görülebilir ışık, ultraviyole, x-ray ve gama-ray olarak aynı oranda tüketmeliydi. Bu, sadece bizim cilt kanserinden ölebileceğimiz anlamına gelmemekte ayrıca evrende herşeyin aynı derecede sıcaklıkta olacağı anlamına gelmektedir ki, bu açıkça doğru değildir. Bununla beraber Planck, radyasyon miktarının herhangi bir değeri olacağı düşüncesi terk edildiğinde birinin bu felaketten kurtulabileceğini göstermiş ve radyasyonun ancak belli miktarda paket veya quanta’da gelebileceğini söylemiştir. Bu sanki süpermarkette şekeri rastgele değil ancak kiloluk torbalarda alabileceğimizi söylemekle aynıdır. Paketler ve quanta’lardaki enerji ultraviyole ve x ışını için görünür ışık ve kızılötesi ışığa göre daha yüksek enerji bulundurmaktadır. Bu, bir cisim sıcak olmadıkça (Güneş örneğin) bir tek quantum ultraviyole ve x-ışını verebilmek için yeterli enerjiye sahip olamayacağı anlamına gelmektedir. Bu yüzden biz bir bardak kahve döküldüğünde güneş yanığı olmuyoruz.
Planck kuant düşüncesine, olması şiddetle muhtemel !! bir fizik realite olarak değil de bir matematiksel hile gözüyle bakmıştır. Fizikçilerin diğer davranışları bulmaya başlamasına rağmen bunun sürekli değişkenler olarak değil farklı miktarda (kuantize) değerler olarak geldiğini açıklamak lazım. Örneğin, elementer partiküllerin ufak topaçlardan ziyade bir eksen üzerinde spin attıkları bulunmuştur. Fakat spin miktarının herhangi bir değeri olmasının imkanı yoktu. Çünkü bu ünite oldukça küçük olduğu için kimse, sürekli dönmeden ziyade topacın gerçekte farklı basamaklarda hızlı aralıklarla yavaşladığını fark edemez. Ufak atomlar olarak spinlerin farklı yapıları önem arz etmektedir.
Determinizm için bu kuantum davranışının gerekleri halk tarafından uygulanmadan bir süre geçti. 1926’ya kadar Alman Fizikçi Werner Heisenberg tarafından belirtilen bir partikülün tam olarak pozisyon ve hızının ölçülemeyeceği bilinmiyordu. Bir partikülün nerede olduğunu görebilmek için onun üstüne ışık tutmak gerekir. Ama Planck’ın teoremine göre rastgele miktarda ışık kullanılamaz: en azından bir quantum kullanılmalıdır. Bu, partikülün önceden bilinemeyen bir tarafa doğru hızını değiştirecektir. Kesin olarak partikülün pozisyonunu ölçmek için ultraviyole, x-ışını veya g ışını gibi kısa dalgalı ışık kullanmalıdır. Ayrıca bu ışık biçimleri Planck’ın teorisine göre görünür ışığa karşın daha yüksek enerji içermektedir. Kesin olarak partikülün pozisyonunu ölçerken partikülün hızını daha az kesinlikle öğrenirsiniz: tam tersi de mümkündür. Bu durum Heisenberg tarafından Belirsizlik Teoremi’nde birleştirilmiş; bir partikülün pozisyonundaki belirsizlik kere hızındaki belirsizlik Planck sabiti/partikülün kitlesinden daha büyüktür.
LaPlace’ın bilimsel determinizm vizyonu evrende partiküllerin birim zamanda hızlarını ve pozisyonlarını öğrenmeyi de içermektedir. Bunun ayağı Heisenberg’in Belirsizlik Prensibi ile ciddi biçimde kaydırılmıştır. Kim kesin olarak ne pozisyon ne de hızın saptanamadığı bir ortamda geleceği öngörebilirdi? Ne kadar güçlü bilgisayarınız olursa olsun az bilgi girerseniz az miktarda tahmin alabilirsiniz?
Einstein doğadaki bu belirgin rastlantısallıktan dolayı çok mutsuzdu. Görüşleri o ünlü cümlesinde toplanabilir: “Tanrı zar atmaz”. Belirsizliğin sadece tahmin edilebileceği şeklinde hissettiğini zannediyordu; fakat altta yatan bir gerçek vardı: LaPlace’ın vizyonundaki deterministik yasalar gereği partiküllerin iyi belirlenmiş pozisyonları ve hızları olmalıydı ! Bu gerçek Tanrı tarafından biliniyor olmalı fakat ışığın kuantum doğası karanlık bir cam aracılığı dışında bunu bize göstertmiyordu.
Einstein’ın görüşü şimdi Gizli Değişkenler Teori olarak isimlendirebileceğimiz yöndeydi. Gizli Değişkenler Teorileri fiziğe Belirsizlik Prensibini sokan en aşikar yol olmuştur. Pek çok bilim adamı ve bilim filozoflarınca tutulan evrenin mental resminin temelini oluşturmaktadır. Fakat bu gizli değişkenler Teorisi yanlıştır. Yakın zamanda ölen İngiliz Fizikçisi John Bell gizli değişkenler teorilerini ayırt edecek deneysel testi anlatmıştır. Eğer deney dikkatli olarak yapılırsa sonuçların gizli değişkenlerle uyuşmaz olduğu saptanabilir. Böylece Tanrı’nın da Belirsizlik Prensibine bağlı olduğu , bir partikülün hem pozisyon hem hızını bilemeyebileceği sanılmaktadır. BÖYLECE TANRI EVRENLE İLGİLİ OLARAK ZAR OYNAMAKTADIR. Usta (inveterate) olmasa da! bir şans atıcısı olduğu yönündeki hertürlü saptanan kanıtlar sonucu TANRI her olası fırsatta ZAR ATMAKTADIR.
Diğer bilim adamları 19 yy’ın determinizm görüşünü değiştirmek için Einstein’dan daha hazırlıklı görünüyordu. Kuantum mekaniği olarak Heisenberg, Avusturyalı Erwin Schroedinger ve Cambridge’te Lucasien Profesörü olarak benim selefim İngiliz fizikçi Paul Dirac tarafından yeni teori ileri atılmıştır. 70 yaşını dolduran Kuantum mekanikleri, hesap yapmak için kuantum mekaniğini kullananlar tarafından henüz tam anlamıyla anlaşılmış ve takdir görmüş değildir. Fizikî evrenin değişik bir fotoğrafı veya gerçeğin ta kendisi olan kuantum mekanikleri hala hepimizi ilgilendirmektedir. Kunatum mekaniği’nde partiküllerin iyi belirlenmiş pozisyon ve hızları yoktur. Aksine, partiküller dalga fonksiyonu olarak temsil edilir. Bu uzayın her bir noktasında bir sayıyla temsil edilmesidir. Dalga fonksiyonunun büyüklüğü partikülün o pozisyonda bulunma olasılığını verir. Bir noktadan diğer noktaya dalga fonksiyonunun değişme oranı partikülün hızını vermektedir. Ufak bir bölgede kuvvetlice doruk yapan bir dalga boyuna sahip olunduğunda bu, o pozisyondaki belirsizliğin ufak olduğu anlamına gelir. Fakat dalga fonksiyonu doruğa yaklaştığında bir tarafın üstünden diğer tarafın altına doğru oldukça hızla değişecektir. Böylece hızdaki belirsizlik geniş olacaktır. Benzer olarak biri hızdaki belirsizliğin ufak olduğu yerde dalga fonksiyonuna sahipse pozisyondaki belirsizlik geniş aralıkta olacaktır.
Dalga fonksiyonu hız ve pozisyonu da dahil olmak üzere partikül adına bilinen herşeyi içerir. Belli bir zamandaki dalga fonksiyonunu biliyorsanız onun diğer zamanlardaki değerleri de bilinebilir ki buna Schroedinger Denklemi denir.
Kuantum mekaniği belirsizliğe yol açsa da, hem pozisyon hem de hızı tahmin etmeye çalıştığımızda bize hala doğrulukla pozisyon ve hız kombinasyonunu tahmin etme imkanını vermektedir. Bununla beraber en yeni gelişmeler sonucu bu doğruluk derecesi de tehdit altındadır. Gravitenin uzay-zaman düzleminde eğrilik yapması sonucu gözlemleyemediğimiz bölgelerin bulunmasıyla problem daha da artmaktadır.
Oldukça ilginç olarak, LaPlace’ın kendisi 1799’da, ışığın kaçamadığı ama yıldıza doğru çekilmesine sebep olan bu kadar çok kuvvetli gravitasyonel alanına yıldızların nasıl sahip olduklarını anlatan bir yazı yazmıştır. Güneş benzeri dansitede ama 250 kat büyük bir yıldızın bu özelliğe sahip olabileceğini hesaplamıştır. Bunu LaPlace gerçekleştiremese de, ondan 16 yıl önce Cambridge’ten John Mitchell Krallık Filozofik Etkileşimler Derneği’nde bir yazısında aynı düşünceyi ortaya atmıştır. Gerek Mitchell gerek LaPlace top mermileri gibi partiküllerden oluşan ışığın graviteyle yavaşlayıp yıldıza geri düştüğünü düşünmüşlerdir. 1887’de Michelson ve Morley adlı
2 Amerikalı tarafından başarıyla gerçekleştirilen ünlü deneyde nerden gelirse gelsin ışığın her zaman saniyede 186000 milde gittiğini göstermişlerdir. Peki gravite ışığı nasıl yavaşlatıp geriye düşürtüyor?
Kabul edilen o zamanki uzay ve zaman düşüncelerine göre bu imkansızdı. Ancak 1915’te Einstein devrimsel Genel Relativite Kuramı’nı ortaya attı. Burada uzay ve zaman artık ayrık ve bağımsız antiteler değildi. Buna karşılık, uzay-zaman olarak isimlendirilen tek bir objede değişik direksiyonlar vardı. Bu uzay-zaman düz değildi ama içindeki madde ve enerjiye göre eğrilip kavisleniyordu. Bunu anlamak için lastik çarşaf üzerinde bir kütlenin yıldızı temsil ettiğini düşünelim. Ağırlığı lastikte depresyona yol açıp yıldıza yakın yerde çarşafın kıvrılmasına yol açacaktır. Eğer biri bilyaları lastik çarşafa atarsa çizeceği yollar düz çizgilerden ziyade kıvrımlı olacaktır. 1919’da Batı Afrika’ya yapılan bir İngiliz gezisinde tutulma sırasında güneşin yakın olarak geçen uzak yıldızlardan gelen ışığa bakıldı. Yıldızların görüntüsü normal pozisyonlarından hafifçe sapmış olduğu bulundu. Bu yıldızlardan gelen ışığın Güneş’in yanında kavisli uzay-zaman çizgisinin büküldüğünü belirtiyordu. Böylece Genel Relativite kanıtlanmış oluyordu.
Lastik çarşafa daha da ağır ve konsantre yükler konulduğunu bir düşünelim: bunlar çarşafı daha da deprese edecektir. Nihayet kritik bir ağırlık ve büyüklükte kitleyle partiküller içine düştükçe çarşafın dibinde bir hole oluşacak ancak hiçbirisi buradan çıkarılamıyacaktır.
Genel relativite’ye göre uzay-zamanda oluşan durum birbirine benzerdir. Bir yıldız kendine yakın yerde uzay-zaman’ı kıvırır. Böyle birbirine eklenerek yıldız daha da masif ve kompakt olur. Nükleer yakıtını tüketen masif bir yıldız, soğur ve belli kritik bir büyüklüğe kadar küçülür ve uzay-zamanın dibinde hole açar ve ışık oradan çıkamaz.
Böyle objelere onların önemini ve ortaya koyduğu problemler kavrayan Amerikalı Fizikçi John Wheeler tarafından karadelik adı verilmiştir. İsim hemen tutuldu. Amerikalılara göre karanlık ve gizemli bir şey söz konusuydu, İngilizler ise buna Calcutta Karadeliği rezonansını eklediler. Fakat Fransızlar için daha da risqué bir anlamı vardı. Yıllarca müstehcen olduğunu iddia ettikleri “Trou Noir” isminde ısrar ettiler. Fakat başka bir anglofrançaise örneği olan “le weekend”e ısrar ettikleri gibi. Neyse sonunda ikna oldular. Böyle bir galibin ismine kim karşı diretebilir?
Şimdi Biner yıldız sistemlerinden galaksilerin merkezine kadar pek çok objede karadelik ile ilgli gözlemlerimiz vardır. Dolayısıyla şu an karadeliklerin var olduğuna inanılıyor. Fakat bilim-kurguyu andırmaktan başka determinizm için önemleri nelerdir? Sorunun yanıtı benim ofisimin kapısındaki sticker’ın üzerinde duruyor: “Karadelikler görülemez”. Sadece partiküller veya talihsiz astronotların karadeliğe düşüp bir daha dışarı çıkamaması değil ama üzerlerinde taşıdıkları en azından evrenin bizim tarafından “sonsuza kadar kayıp” etiketi ürkütücüdür. Televizyonlarınızı, elmas yüzüklerinizi veya en kötü düşmanlarınızı karadeliğe atabilirsiniz. Karadeliğin hatırlayacağı total kitle ve rotasyonun durumudur. John Wheeler buna “Karadeliğin saçı yoktur” adlandırır. Fransızlara göre ise bu şüphelerini desteklemektedir.
Sonsuza kadar devam edeceği düşünüldüğü sürece, bu enformasyon kaybının çok da önemli olmadığı düşünülüyor. Biri bu enformasyonun karadeliğin içinde hala tutulduğunu söyleyebilir. Ama onun ne olduğunu kimse dışarıdan söyleyemez. Bununla beraber ben karadeliklerin tam da kara olmadığını keşfettiğimde durum değişti. Kuantum mekaniği karadelikleri dışarı sabit bir oranda partikül veya radyasyon yaymaya zorlamaktadır. Bu benim için ve başka diğer kişiler içinoldukça oldukça sürpriz oldu. Ama sonra tekrar değerlendirme yapıldığında doğru olduğu aşikardı. Gerçekte boş olmayan boş bir uzay düşünüyorduk: fakat bunun partikül ve anti-partikül çiftleri ile dolu olduğunu gördük. Bunlar bir uzay ve zaman noktasında birarada görülüyor ayrı hareket ediyorlar sonra tekrar birarya geliyor ve hepsi yok oluyor. Işık ve graviteyi taşıyan alanlar gibi bu partikül ve anti-partiküller tamamen sıfır olmayan bir alandan dolayı oluşuyor. Bu durum, alan değerinin sıfırda kesin bir pozisyon ve sıfırda kesin hız veya değişme oranı olduğu anlamına gelmektedir. Bu Belirsizlik Prensibine aykırı görülebilir çünkü basitçe bir partikülun hem kesin pozisyonu hem de kesin bir hızı olmayabilir. Böylece tüm alanların vakum flüktuasyonu’na sahip olmalıydı. Bu kuantum doğasındaki davranış sebebiyle kişi bu vakum fluktüasyonlarını anlattığım şekilde partikül ve anti-partiküller aracılığıyla yorumlayabilirler.
Bu partikül çiftleri pek çok elementer partikül için mevcuttur. Bunlara zahiri partikül denir çünkü vakumda da oluşabilirler ve partikül dedektörleriyle ölçülemezler. Buna karşın, virtüel partiküllerin indirekt efektleri veya vakum fluktuasyonları belli bir miktar deneyde gözlenmiş ve böylece varlıkları kanıtlanmıştır.
Eğer etrafta bir karadelik varsa partikül –anti-partikül çiftinden birisi hole’e düşebilir ve beraber yok olacak diğerini yalnız bırakabilir. Terk edilmiş partikül de hol’e düşebilir
Fakat dedektörle saptanabilecek gerçek bir partiküle dönüşecek delikten uzak bir mesafeye de kaçabilir. Bazılarına göre karadelikten uzak bir yol karadelikten yayılıyor olabilirdi.
Bu açıklama karadeliklerin neden o kadar da “kara” olmadığını açıklamakta, ve bur yayılımın karadeliğin boyutlarına bağlı olduğu dönme hızına da bağlıdır. Wheeler’in sözünde olduğu gibi karadeliklerin saçı olmadığı için yaydığı radyasyon karadeliğe düşen kütlelerden bağımsızdır. Sizin televizyonunuzu, elmas yüzük veya en kötü düşmanınızı atmanız fark etmez. Geri dönecek olan aynıdır.
Bütün bunların determinizm ile ilişkisi bu konferansın ne hakkında olduğu ile ilgilidir. Gösterdiği şey televizyon, elmas yüzük hatta insanlar gibi başlangıç durumlarının aynı final duruma dönüşeceğini en azından karadelik dışından söyleyebiliriz. Ancak LaPlace’ın determinizm şekline göre inisyal durumlarla final durumlar arasında birebir ilişki bulunmalıydı. Evrenin geçmişte bir zamanda durumunu bilseydiniz gelecekte ne olacağı hakkında fikir sahibi olabilirdiniz. Benzer şekilde, gelecekte ne olduğunu bilseydiniz geçmişte ne olduğunu da bulabilirdiniz. 1920’lerde kuantum teorisinin yardımıyla kişilerin bu yolla tahmin etme miktarını azaltsa da hala evrenin durumlarının çeşitli zamanlarda birebir ilişkisine imkan tanımaktadır. Herkangi bir zaman diliminde dalga fonksiyonu bilinirse başka bir zamanda da bilinebilir.
Karadeliklerde durum biraz değişiktir. Deliğin dışında aynı durumda giren biri içeri atılsa da aynı kütlesini koruduğuna inanılmaktadır. Böylece karadeliğin dışında başlangıç ile final durumlar arasında birebir ilişki yoktur. İnisyal ve final durum arasında hem karadeliğin içinde ve dışında birebir ilişki olmalıdır. Faskat önemli olan partiküllerin emisyonu ve karadeliğin emisyonu ile hol’ün kitle kaybetmesi ve gittikçe küçülmesidir. Muhtemel olarak karadeliğin sıfır kütleye ineceği ve hepbirden yok olacağı mümkündür. Peki karadeliğin içine düşen kütle ve insanlara ne olacaktı? Geri atılacaklar mıydı? Bunlar tekrar geri çıkamaz çünkü karadelikte onları geri atacak yeterli güç ve enerji kalmamıştır. Başka bir evrene geçebilir- fakat bu farklılık yaratacak değildir o yüzden karadeliğe atlamama kanosunda ihtiyatlı davranmalıyız. Deliğe düşen bir bilginin bile karadelik enerjisini tükettiği zaman geri gelmesi imkansızdır. Telefon faturaları ödeyenler bileceklerdir enformasyon bedava taşınmaz. Enformasyonun taşınması için enerji gereklidir ancak karadelik yok olduğu zaman yeterli enerji olamayacaktır.
Tüm bunlar şu anlama gelmektedir: evrenin bizim tarafındaki enformasyonlar karadelik oluşup buharlaştığı zaman yok olacaktır. Kuantum teorisindeki temeline göre enformasyonun kaybı bizim düşündüğümüzden daha az tahmin yürütebileceğimiz anlamına gelmektedir. Kuantum teorisinde, kimse bir partikülün kesin olarak hem pozisyon hem de hızını tahmin etmeye muktedir değildir. Ancak gene de bir tahmin edilebilen pozisyon ve hız kombinasyonu vardır. Karadelik durumunda bu kesin tahmin partikül çiftinin her bir üyesinin olmasını gerektirmektedir. Fakat biz ancak dışarıya gelen partikülü hesap edebilmekteyiz. Prensipte deliğe düşen partikülü ölçmemize imkan yoktur. Böylece söyleyebileceğimiz tek şey partikülün her durumda olabileceğidir. Bu şu anlama gelmektedir: delikten kurtulan partikül hakkında önceden tahmin yapamayacağımızdır. Partikülün şu pozisyon veya şu hızda olabilir diye olasılığını ölçebiliriz. Fakat kesinlikle önceden tahmin edebileceğimiz bir partikülün pozisyon ve hız kombinasyonu yoktur çünkü hız ve pozisyon göremediğimiz o diğer parçacığa da dayanmaktadır. Einstein Tanrı’ın zar atmadığını söylemekle ikinci kez hata etmiş oluyordu. Kesin olarak Tanrı sadece zar atmakla kalmamakta ve görülemeyen bölgelerde onları atarak bizim bazan aklımızı karıştırmaktadır.
Einstein gibi pek çok bilimadamı determinizme acaip duygusal bağlıydı. Fakat Einstein’dan farklı olarak bizim tahmin edebilme yeteneğimizin az olduğunu kabul etmişlerdi çünkü kuantum teorisi bunu belirtmişti. Bunlar pek uzak zamanlarda değil daha. Daha sonra da informasyonun tam da karadelikte kaybolmadığı fikrini ileri sürdüler. Fakat informasyonu döndüren herhangi bir mekanizmadan bahsetmemişlerdi. LaPlace’ın düşündüğü yol evrenin deterministik olduğu hakkında dinsel bir umuttu. İnanıyorum ki bu bilim adamları tarihin dersini öğrenmemişlerdi. Evren bizim önceden kabul edilmiş görüşlerimiz üzere hareket edemez. Bizi şaşırtmaya devam da etmektedir.
Karadeliklerin yakınında determinizm kırıldıysa kimse çok önemli olmadığını düşünemez. Biz, herhangi bir boyuttaki bir karadelikten en azından birkaç ışık yılı uzaktayız. Fakat Belirsizlik Prensibi’ne göre uzayın her bir bölgesinin ufak ve izafi, görünen ve tekrar kaybolan karadeliklerle dolu olmalıydı. İnsan bu partiküllerin ve informasyonun bu kara deliklere düştüğünü düşünerek kaybolduğunu düşünebilir. Çünkü bu virtüel karadelikler atom çekirdeğinden yüzmilyar kere yüzmilyar küçük olduğundan, kaybolan enformasyon oranı oldukça düşük olmalıydı. Bu yüzdendir ki bilimi yasaları çok büyük yakınlıkla deterministik gözükmektedir. Fakat evrenin kurulduğu ilk zamanlar veya yüksek enerjili partiküllerin çarpışması gibi ekstrem şartlarda belirgin enformasyon kaybı olabilir. Bu durum evrenin evolüsyonu boyunca tahmin edilememeye yol açmış olabilir.
Özetlersek bahsettiğim şey evrenin rastlantısal mı yoksa deterministik olarak mı büyüdüğüdür. LaPlace tarafından ileri sürülen klasik görüş herhangi bir zaman diliminde pozisyonları ve hızları bilindiğinde onların gelecekteki pozisyonlarının tahmin edilebileceği şeklindeydi. Belirsizlik Hipotezi’ni ortaya süren Heisenberg tarafından değişmek zorunda kalmış; yani bir kimsenin kesin olarak pozisyon ve hızlarını bilemezdi. Bununla beraber hala daha bir pozisyon ve hız kombinasyonu tahmin edilebilmektedir. Bu kısıtlı tahmin edebilme bile karadeliklerin etkisi hesaba katıldığında ortadan kalkmaktadır. Karadeliklerden aşağı partikül ve enformasyon kaybı dışarı gelen partiküllerin bile raslantısal olduğu anlamına gelmektedir. Biri bu olasılığı hesap edebilir fakat kesin bir öngörme yapamaz. Böylece şu anda olduğu gibi ve LaPlace’ın düşünmüş olduğu gibi evrenin geleceği tamamen bilimin yasalarınca belirlenemez. Tanrı’ın tertibatı hakkında hala bir giz mevcuttur.
Şu ana kadar söyleyeceklerim bunlar. Dinlediğiniz için teşekkürler
Prof.Dr.Stephen W.HAWKING
Cambridge 3. Lucasien Profesörü
Çeviri: Dr.Halûk MERGEN
10.10.2001
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder