31 Ağustos 2013 Cumartesi

EVRENİN BİR HOLOGRAM OLDUĞUNA DAİR STEPHEN HAWKING İLE YAPILAN TARTIŞMA

String teorisini savunanlar, daha fazla boyut ekleyerek daha seçkin bir evren tanımı yapabileceklerine inanıyorlar. Bazı teorisyenler ise, bir eksit boyut ile evreni gözlemlemenin yolunu bulduklarını düşünüyorlar.




Bu çalışma kara deliklerin yapısı konusunda Stephen Hawking ile çok büyük bir tartışmaya yol açtı. Tartışma, olay ufkunun hologram olarak davrandığı farkedildiğinde sona erdi; ki bu hologramda içine çekilen materyalin bilgisi bulunmaktaydı. (OLAY UFKU: Işık ve maddenin artık kaçamadığı bölgeyi sınırlayan kuşağa “olay ufku” adı verilir. Olay ufku, herhangi bir fiziksel incelemede bulunamadığımız bir uzay parçasıdır.)


Aynı matematik yoluyla, evrendeki herhangi bir nokta tanımlanabilir. Bu da demektir ki, tüm evrenin içeriği dev bir hologram olarak gözlemlenebilir. Kendisini kuşatan iki boyutlu herhangi bir şeklin yüzeyinde yeralan bir hologramdır bu.
Bu yaz düzenlenen Dünya Bilim Festivali’ndeki panelin esas konusu buydu. Festivalde, bu fikrin nasıl oluştuğu, bir bütün olarak evrene nasıl uygulanabileceği ve gelişimde nasıl rol oynadıkları anlatılmaktadır.

Stephen Hawking, karadelik içindeyken maddeye ne olduğunu anlatmaya başladığında tartışmaları da başlatmış oldu. Hawking şunları iddia etti: Kuantum mekaniğine göre, kara deliğe giren bir parçacıcığın kuantum durum bilgisi de kendisiyle beraber kara deliğe girer. Bu durum, kara deliğin Hawking radyasyonu denilen radyasyonla kaynamaya başlayıp olay ufkunun dışarısında ayrı bir parçacık yaratırken, içerisindekini yok etmesine kadar bir problem teşkil etmez. Bu süreç, kara delikten kaçabilen parçacığın, deliğin içinde kalan parçacığın kuantum durumuyla bağlantısı olmadığını göstermektedir. Sonuç olarak, bilgi yok olmaktadır. İşte panelde tartışmaya yol açan konu da budur.
Kuantum mekaniği söz konusu olduğunda, durum bilgisi asla yok olmaz. Bu sadece bir gözlem de değildir. Panelin katılımcılarından Leonard Susskind’e göre bilginin yok olması paradoks oluşturmaktadır. Çok küçük görünmesine rağmen, yavaş yavaş yayılacak ve sonunda da bildiğimizi

sandığımız herşeyde tutarsızlıklar oluşmasına neden olacaktır. Susskind, bilgi kaybolursa, fizik hakkında bildiğimiz herşeyin altüst olacağını söylüyor.
Ama malesef Hawking’de tam olarak bunu iddia etmektedir. Nobel ödüllü Gerard’t Hooft “Hawking, kuantum teorisini, teorinin kendisiyle hiç uyuşmayan bir sonuç elde etmek için kullandı. Yine de bu çok kötü birşey değil. Bir paradoks yarattı ve paradokslar fizikçileri çok mutlu eder” dedi.
Susskind ” Söylediklerinde neyin yanlış olduğunu anlamak ve bunu Hawking’in de anlamasını sağlamak çok zordu” dedi.
Tartışmalar gittikçe büyüdü. Paneldeki bir diğer fizikçi Herman Verlinde, tartışılanlar hakkında Hawking’in bir görüşü olduğu anlaşıldığında ortamın sessizleştiğini ve Hawking bir görüşe “saçma” dediyse, bunun o kişinin tartışmayı kaybettiği anlamına geldiğini söyledi.
t Hooft, anlaşmazlığın nasıl çözüldüğünü açıkladı. Kara deliğin içine çekilen bilginin ne kadar olduğunu hesaplamak mümkündür. Bunu bulduktan sonra, toplam miktar, bilginin muhafaza edildiği yer olduğu söylenen olay ufkunun yüzey alanı ile ilişkilendirilebilinir.  Fakat olay ufku iki boyutlu bir yüzey olduğu için, bilgi normal madde içinde depolanamaz; bunun yerine olay ufku, içinden
madde geçerken bilgiyi tutan bir hologram yaratır. Bu madde Hawking radyasyonu olarak geri çıkarken, bilgi yeniden depolanır.
Susskind bunun ne kadar mantıksız olduğunu anlattı. Bildiğimiz hologramlar, ancak içinden ışık geçtiği anda yorum yapabileceğimiz bilgi haline dönüşen girişim desenlerini içlerinde barındırırlar. Mikro seviyede, ilgili bilgi parçacıkları çok uzaklara dağılabilirler ve hangi parçacıkta neyin kodlandığını anlamak imkansızdır.
Olay ufkuna gelince de, bu parçacıklar son derece küçüktür. Plank ölçeğinde büyüklükleri 1.6 x 10-35  metredir. ‘t Hooft ” bu parçalar o kadar küçüktür ki, makul bir hacim içerisinde şaşırtıcı miktarda bilgi muhafaza edebilirsiniz.- O kadar ki, bir kara deliğin içine çekilen tüm bilgiyi tanımlayabilirsiniz-”dedi.
Susskind: ” Bunun bedeli de, bilginin “içinden çıkılmaz şekilde ” bozulmasıdır.” dedi.



KARA DELİKTEN EVRENE
Berkeley’den Raphael Bousso, tüm bu fikirlerin yayılarak evreni bir bütün olarak nasıl kuşattıklarını anlattı. Karadelik ve olay ufkundan kurtulabilirseniz, bir yüzeyin muhafaza edebileceği bilgi miktarını tanımlayan matematik aynı şekilde işleyebilir.( Bu çok da şaşırtıcı değildir. Evrenin çoğu, bir kara deliğin içinden çok daha az yoğunluktadır.) Bu evrende, uzayda bir yer kaplayan herhangi bir yüzey, o alanın içerdiklerini
tanımlayabilme kapasitesine sahiptir. Matematik o kadar iyi işlemektedir ki, bu tıpkı bir “tuzak” gibi görünmektedir. En azından ona göre.
Verlinde, evren skalasında nesnelerin hacimleriyle ölçeklendirildiğinin altını çizdi. Dolayısıyla nesnelerin hacimlerinin tanımını, yüzey alanı ölçeklendirmesiyle yapmak son derece mantıksızdır. Verlinde, pek çok kişinin bu fikri kabullenememesinin nedenlerinden birinin bu mantıksızlık olduğunu düşünüyor.
En temel fikir ele alındığında, – Evrenin hologram kullanılarak tanımlanabiliyor olması- panel oldukça tekdüze geçmişti. Susskind bu konuda bir anlaşma sağlandığını düşünüyordu. Ama temel prensiplerin dışına çıktığınızda, herkes kendi fikrini öne sürüyordu ve bu panel boyunca böyle devam etti. Örneğin Bousso, holografik ilkenin “kuantum yerçekiminin bileti” olduğunu düşünüyordu.
Nesneler aynı şekilde yerçekimi yoluyla etkileşim halindedirler ve holografik ilke bunun nedeni hakkında açıklamalar sunabilir“  dedi. (Bunun nasıl olduğu hakkında fikri vardıysa bile herhangi bir açıklama da bulunmadı.) Verlinde de aynı fikirde gibi görünüyordu. Plank ölçeğine yakın nesnelerde, yerçekimi ortaya çıkmaktaydı.
Fakat ‘t Hooft holografik ilkenin, yerçekiminin kuantum yapısından çok daha fazlasını çözmesini umut ediyordu. Ona göre, kuantum mekaniğinin altında çok önemli birşeyler yatmaktaydı. Holografik ilke bir bilmecenin parçasıydı. Çünkü bozulmalar 3 boyutta gerçekleşirken; iki boyutlu bozuma uğramış bir resme yayılmaktaydı ve bu arada da evrenin ışık hızı limitine de uymaktaydı. Bu durum ona göre çok
önemli bir şeylerin göstergesiydi ve Hooft bunun kuantum mekaniklerinin olasılık dünyasına göre değilde, biraz daha sebep-sonuç ilkelerine göre oluştuğunu görmeyi diliyordu. Plank ölçeğine yakın bir yerlerde, rastgele olmayan bir dünya umut ediyordu. Paneldeki hiçkimse bu beklentiden heyecan duymadı.
Tartışmada, String Teorisiyle ilgili problemli konulardan birinin ele alınmaması büyük bir eksiklikti: Matematik çok iyi işleyebilir ve dünyaya daha pratik bir açıdan bakmayı sağlayabilir ama gerçek- fiziksel evrende herhangi bir şeyle bağlantılı mıdır? Hiç kimse bu soruyu ele almaya kalkışmadı. Yine de panel, özel bir durumu ele alarak -maddenin kara delikte kayboluşunu- başlangıç olarak evrene farklı bir açıdan bakmayı sağladı. Daha sonrasında ise Stephen Hawking  yanlış bir fikir üzere olduğu konusunda ikna edildi.




29 Ağustos 2013 Perşembe


Neil Armstrong’un eldivenleri ve kaskı sergileniyor

Neil Armstrong 20 Temmuz 1969 tarihinde Ay’ın yüzeyine atlarken, merdivenleri bu eldivenlerle kavramıştı. Armstrong yolunu hissedebilsin diye parmak uçları mavi silikon kauçuktan yapıldı, bu eldivenler deneyler yaptı, aletlere ve Ay’ın tozuna dokundu. Onlar, Ay‘da yürürken kullanılan ilk eldivenlerdi.


On yıldan uzun süredir koruma altındaydılar. Ama şimdi  ,Washington’daki Smithsonian Annex hava alanında özel bir kabinde tutuluyorlar Uluslararası Hava ve Uzay Müzesi Steven F. Udvar-Hazy Merkezi, onları 25 Ağustos’ta 82 yaşında ölen Armstrong anısına halka sunuyor.
Ve evet, ayrıca Neil Armstrong’un Ay’ın yüzeyini milyonlarca şuuru tutulmuş izleyiciye, canlı yayında anlatmak için kullandığı kaskını da görebilirsiniz.(Altın kaplamalı güneşlik, zarar görmesine karşın duyulan endişeden dolayı indirilmedi; ama kaskın içinde).


Armstrong:
“Evet, yüzeyi ince ve tozlu. Kolaylıkla ayak parmağımla kaldırabilirim. İnce tabakalar halinde, tozlaştırılmış kömür gibi, botlarımın tabanında ve yanlarında ayrılıyor. Hemen hemen 2,5 cm iz bıraktım, ama botlarımın izini ve kumsu parçacıklarda kalan izleri görebiliyorum.”

Muhtemelen bu, sizin bu eserleri yakalamanız için son şansınız, en azından 2017’den önce. Armstrong’un uzay giysisi, zarardan korunmak için 2001’den beri sıcaklığı ve nemi kontrol edilebilen bir tesiste tutuluyordu. Müzenin eserleri yeniden sergilemek adına temkinli planları var; eserlerin Washington merkezindeki ana müze binasında, Apollo galerisinin yenilenmesinin ardından sergilenmesi düşünülüyor. Armstrong’un mürettebat arkadaşı Buzz Aldrin’in uzay giysisi de şuan orda bulunuyor.

27 Ağustos 2013 Salı

Philadelphia Deneyi


 28 Ekim 1943 tarihinde Amerikan donanmasının Pensilvanya eyaletine bağlı Philadelphia şehri limanında yaptığı iddia edilen deneydir. İddiaya göre donanmaya ait bir koruma destroyeri olan DE 173 sınıfı 1240 tonluk USS Eldridge birkaç dakika içerisinde 600 km.'den fazla bir uzaklığa gidip tekrar gelmiştir. Deneyin varlığı konusunda hiçbir delil bulunmamaktadır. Amerikan donanması da böyle bir deneyin kayıtlarda varolmadığını belirtmiştir. Al Bielek hariç deneye katıldığı iddia edilen tüm askerler bunu yalanlamış, hikâyenin bir aldatmaca olduğunu söylemişlerdir. Bielek'in hikâyesi de daha sonra yalanlanmıştır.


Gökkuşağı Projesi (Rainbow Project) adıyla da bilinen bu deney, 1984 yılında beyaz perdeye aktarılana kadar ciddiye alınmamıştı. Ancak o tarihden bu güne kadar resmi makamlarca defalarca yalanlanmasına rağmen en çok merak edilen konulardan biri olmuştur.


Deneyin iddia edilen hikâyesi

İddia sahibi ataldır, Deneyin yapılmış olma ihtimalinden ilk söz eden kişi Morris K. Jessup'dur. Jessup amatör bir gökbilimciydi ve UFOlar üzerine yaptığı çalışmalarla tanınıyordu. Deney ile olan ilgisi ise 1955 yılında eline geçen bir mektupla başlar. Mektup, Carlos Miguel Allende adında birinden geliyordu ve deneyden detaylı olarak bahsediyordu. İddiasına göre Allende, deneye gözlem gemisi olarak katılan SS Andrew Furuseth adlı şilepte görevli bir denizciydi. Deneye baştan sona şahit olmuştu.


Deneyin hazırlık aşaması

Deneyin temelinde Einstein'in Birleşik Alan Teorisi vardı. Teori, basitce, nesneler arası çekim esası ve elektromanyetizma üzerine kurulmuştur. Einstein, 1920'lerden itibaren bu teorisi üzerine yoğunlaşmış, 1925-1927 yılları arasında Almanya'da, birfizik dergisinde yaptığı çalışmaları yayımlamış, ancak bu çalışmalarını hiçbir zaman tamamlayamamıştır.
İddiaya göre deneyin çalışmaları 1930 yılında Chicago Üniversitesinde başlamış, bir yıl sonra da Princeton Üniversitesinde devam ettirilmişti. Hatta Albert Einstein Dr.John von Neumann ve Dr.Nikola Tesla'nın da zaman zaman proje dahilinde çalıştıkları iddia edilmiştir.
Birleşik Alan Teorisi'nin deneye uygulanışı ise "çok güçlü bir elektromanyetik alan oluşturup gemi üzerine gelen ışığı (ve radar sinyallerini) kırarak ya da bükerek optik görünmezlik sağlamak" şeklinde düşünülmüştü. Bu doğrultuda 75 KVA gücündeki iki dev jeneratör geminin ön top taretlerinin altına monte edildi, buradan geminin güvertesine 4 manyetik ışın yayılacaktı. 3 RF vericisi (her biri iki megavat CW gücündeydi ve onlar da güverteye monte edilmişti). 3000 adet 6L6 güç artırıcı tüp, ikijeneratörün oluşturduğu gücü yayacaklardı, özel eşleme ve modülasyon devreleriyle diğer ekipman, oluşan kütlesel elektromanyetik alanları kullanılırlığa indirgerken, kırılmış ışınlar ve radyo dalgaları gemiyi saracak ve sonuçta gemi düşman gözlemcileri için görünmez olacaktı.
Amaç görünmezlikti fakat iddiaya göre donanma bu deneyde tesadüfen de olsa maddenin ışınlanmasını gerçekleşti



Deneyin gerçekleştirilişi

Allende, deneyin 22 Haziran 1943'te sabah 09:00'da jeneratörlere güç verilerek başlatıldığını söylüyordu. Bu aşamadan sonra yeşilimsi bir sis gemiyi örtmeye başlamış ve USS Eldridge ortadan kaybolmuştu.
 Devamını şöyle anlatıyordu Allende :

26 Ağustos 2013 Pazartesi

En büyük beyin simülasyonu oluşturuldu

IBM, ABD hükümetinin desteklediği özel bir proje kapsamında tam 10 milyar sinir hücresi içeren beyin simülasyonu oluşturmayı başardı. Araştırmacılar, proje kapsamında bir gün insan beyni gibi çalışan bir bilgisayar geliştirmeyi umuyor.

 

Teknoloji devi IBM, ABD Savunma Bakanlığı’nın merkezi olan Pentagon’un desteklediği özel bir Ar-Ge projesi kapsamında, bugüne kadar gerçekleştirilen en büyük beyin simülasyonunu oluşturdu. Projede Pentagon’a bağlı özel araştırma kurumu DARPA ile birlikte çalışan IBM, California’da bulunan Lawrance Livermore Ulusal Laboratuvarı’ndaki (LLNL)Sequoia süper bilgisayarını kullanarak oluşturduğu simülasyonda, 10 milyar sinir hücresi ve 100 trilyon sinaps (sinir hücreleri ve diğer hücrelere mesaj iletilmesini sağlayan bağlantı noktaları) kullandı.
IBM ve LLNL’in oluşturduğu 2.084 milyar nöro-sinaptik çekirdek, tıpki insan beyni gibi fonksiyon gösteren bir bilgisayar geliştirilmesinde kullanılmak isteniyor. Söz konusu bilgisayarın tasarımı, IBM tarafından yapılacak.



İNSAN BEYİNLİ BİLGİSAYARA İLK ADIM
IBM, “yapılan çalışmada gerçekçi, tam bir beyin oluşturulmadığını, tersine modüler, aşırı düşük güce sahip, kavramsal bir bilgisayar mimarisi kurduklarını” belirtti. IBM, araştırma hakkında sunduğu belgede, DARPA’nın 100 trilyon sinapsı içeren beyin modelindeki rakamı ortaya koymaya başardıklarını ifade etti. 100 trilyon, insan beynindeki sinaps sayısını temsil ediyor. IBM VE LLNL’nin beraber çalıştığı DARPA projesi de buradan yola çıkarak ‘SyNAPSE’ olarak belirlendi.

IBM, süperbilgisayarda beyin simülasyonunu oluşturmak için geçtiğimiz yıl sunduğu kavramsal bilgisayar çiplerini kullandı. Bu çipler, sinir hücreleriyle sinapslar arasındaki ilişkiyi oluşturmak için kullanıldı. IBM’in kavramsal bilgisayar prototip çipleri olarak sunduğu “nöro-sinaptik” 45 nano metrelik çekirdekler, 256 nöron ve 262.144 programlanabilir sinaps içeriyor.



IBM'in geliştirdiği nöro-sinaptik çekirdek.


BEYİN-BİLGİSAYAR ÜRETİLECEK
Gerçekleştirilen simülasyonlda, 2 milyardan fazla nöro-sinaptik çekirdek, beyni model alan ve bu kapsamda gri ve ak madde bağlantısı bulunan 77 bölgeye ayrıldı. Gri madde ağı modellere göre oluşturulurken, ak madde için makak beyni örnek alındı. Toplamda, 530 milyar nöron ve 100 trilyon sinaps, gerçek zaman oranla 1.542 kat daha yavaş işleyen bir beyin simülasyonu oluşturdu. Ancak bu hızın, bilgisayar alanında bugün için oldukça iyi olduğu belirtildi.
IBM, SyNAPSE projesi altında beyin gibi çalışan bir bilgisayar geliştirmek istiyor. Bu beyin-bilgisayar, gerçek zamanda birçok kaynaktan gelecek bilgiyi aynı anda işleyebilecek. Aynı zamanda, gerçek beyin gibi çevresine uyum gösterebilecek. Aynı zamanda, geliştirilecek beyin-bilgisayarın küçük ve az enerji harcayan bir sistem olması isteniyor. Bu unsur, gerekli bağlantıların geliştirilmesi adına en büyük zorluklardan biri. IBM, beyin simülasyonu hakkındaki en yeni sonuçları ABD’nin Salt Lake Ciy kentinden düzenlenen 2012 Süperbilgisayar Konferansı’nda açıkladı.


25 Ağustos 2013 Pazar

IŞIK YILI NEDİR?

Şüphesiz ışık yılı birimini duymayan kalmamıştır; astronomların uzaydaki uzaklıkları ölçmek için kullandıkları ve cm, km gibi birimlerin ağabeyi olarak bakabileceğimiz o birim. Özet olarak bir demet ışığın bir yılda tamamladığı uzaklık -on trilyon km- olsa da, astronomiyi takip edebilmek için bu ölçüm birimini iyi anlamak çok önemli.

Günlük hayattan bir örnekle başlayalım. Arkadaşlarınızla buluşacaksınız ancak biraz geciktiniz. Onları arayıp, örneğin 10 dakikalık mesafede olduğunuzu söylersiniz. Bu sizin açınızdan kalan mesafeyi kat etmek için bir tahmindir. Astronotlarda aynı şekilde yıldızlara ve galaksilere olan uzaklığı tahmin ederler; ama kendi yürüme ve sürüş hızları yerine, bir ışık demetini referans olarak alırlar.

Bu yöntemin kullanılmasının birinci sebebi elbette ki ışığın tüm evrende sahip olduğu eşit hız: saatte 1 milyar 78 milyon kilometre. Bu hızda yolculuk etmek demek, Dünya etrafında bir saniye içinde 8 tur atmak demektir. Gerçekten etkileyici değil mi?

Dünyadan ışık hızıyla yola çıktığınızda aynı süre içinde uzun bir mesafe gideceğinizi düşünebilirsiniz ama uzayın genişliğini unutmamak lazım. Ay’a ulaşmak için bile ışık hızında iki buçuk saniyelik bir yolculuğa ihtiyacınız var. Işık hızıyla Güneşe yapacağınız yolculuk yaklaşık 8 dakika sürer. İnanabiliyor musunuz, saniyede yaklaşık 300.000 km mesafe ilerlediğiniz ışık hızındayken bile 8 dakika ancak sizi güneş sistemimizin merkezine ulaştırabiliyor.


Işığın sahip olduğu inanılmaz hıza rağmen ihtiyaç duyduğu yolculuk zamanının her zaman bir yan etkisi olmuştur. En güzel örneği Güneş'e baktığımızda, aslında onun 8 dakika önceki haline bakıyor olmamız. Bu duruma tanıdık olduğumuz birçok örnek verebiliriz aslında. Havai fişeklerde patlamaları gördüğümüzü biliriz; ama ses daha sonra gelir. Gözlerimizi kapattığımız takdirde yaşanan gösteriye birkaç saniye geriden tanık oluruz. Aynı olay ışık için de geçerli: olayın olduğunu ancak ışık bize ulaştığı zaman görürüz. Odanın bir ucuna bakarken, gecikme saniyenin birkaç milyarda biri olsa da yeterince büyük uzaklıklarda ışık birden havai fişek örneğindeki ses yerine geçiveriyor.

Buna karşın ışık yılını kullanmamızın ana nedeni uzayda iç içe olduğumuz uzaklıkların muazzamlığı. Eğer kilometreye bağlı kalmaya ısrar edersek en yakın yıldıza olan uzaklığı hesaplamaya kalktığımızda bile uzun rakamlara boğuşuveriyoruz: sönük kırımızı cüce Proxima Centauri 38.600.000.000.000 km uzakta! Uzun bir çubuk, yani daha büyük bir ölçüm birimi kullanmak sayıların daha kontrol edilebilir kalmasını sağlıyor. Bir astronot için Proxima Centauri sadece 4 ışık yılı uzaklığında. Diğer deyişle yan komşumuzdaki yıldızdaki ışığın bize gelmesi 4 yıl alıyor.
Gece gökyüzüne baktığımızda gördüğümüz yıldızlara ev sahipliği yapan Samanyolu galaksimizin bir ucundan diğerine olan uzaklığı 100.000 ışık yılıdır. Bunu bir diğer perspektifte incelersek, kayıtlı insan tarihi kabataslak 5.000 yıldır. Yani bir uçtaki yıldızdaki ışığın diğer uca ulaşması bu kayıtlı tarihin 20 katı kadar sürer.
Galaksimizden öteye gidersek, en yakın Adromeda Galaksisi'ne 2 milyon ışık yılı isteriz. Şuan gördüğümüz ışık orayı, atalarımızın ilk taşlı aletleri kullanmaya başladığı zamanda terk etmişti bile.
Son durağımız ise görünür evrenin ucu. Sürekli genişlemekte olan evrenin uzaklığını ölçmedeki ustalık isteyen nokta burası işte. Gördüğümüz en uzak noktadan gelen o ışık, Evren'de Dünya’nın varoluşlundan 3 katı kadar zamandır ilerliyor! Yaklaşık 14 milyar yıl! Ama burada bir nokta var: Evren'in uzak noktasının bizden 14 milyar ışık yılı uzakta olduğunu söyleyemeyiz.
Neden peki? Çünkü bu zaman içinde evren daha da büyüyor! 14 milyar yıl uzaktaki bir galaksiden gelen ışığın bizim küçük gezegenimize ulaşmasına kadar geçen o tarif edilmez zamanda galaksi çoktan uzaklaşmıştır. O bilinmez bölgeye olan fiziksel uzaklığımız, evrenin genişlemesini durdurduğumuz ve bir mezura çektiğimiz takdirde, şuan yaklaşık 46 milyar ışık yıl tutar!  Işık yılında bile bu uzaklığı ölçmek çok büyük rakamlar gerektirirken tanıdık bir birimde ölçersek, ortaya çıkan rakamı algılamakta güçlük çekeriz.
Anlayacağınız, genişleyen evrende ışık yılı birimi bile kâğıtlara sığmamaya başlarken dünyadaki birimleri kullanmak akıllıca olmaz. Akıllıca olmaz demişken, Evren bu hızla genişlerken ve yakın gelecekte sahip olduğumuz görünür evrenin ufkuna ulaşma düşüncesini ele alırsak başka birimlere ihtiyaç duyabiliriz.

Kaynak: earthsky.org


23 Ağustos 2013 Cuma

Bilim Dünyasında Dahi Kalmadı


Tıptan felsefeye, astronomiden fiziğe kadar birçok alanda bugün gelinen noktaya ulaşmamızı sağlayan dahiler sadece kendi dönemlerine mi özgüydü? Nature dergisinde yayımlanan bir makale ‘modern bilimin çoktandır sahip olunan bilgilerin üzerinde inşa edildiği ve bildiğini düşündüğümüz kavramların yeterince sorgulanmadığı’ düşüncesini öne attı.





Nikola Kopernik, Charles Darwin, Albert Einstein gibi isimler doğru sanılan düşünceleri altüst etmeseydi bugün nasıl bir noktada olurduk? Peki bugünden sonra doğru sanılan ve fark edilmemiş binlerce yanlışı yıkacak isimler çıkmazsa ne yapacağız?
ABD’nin California-Davis Üniversitesi’nde psikololji profesörü olan ve dahilerin hayatını araştırmak için yıllarını harcayan Keith Simonton, ‘dahilerin dünyanın yüzünden silinmeye yüz tuttuğunu’ öne sürdü.
Popular Science’ın haberine göre, psikolog ve genetik bilimciler bir süredir moden toplumun ‘zeki’ insanların sayısına büyük bir sıkıntı çektiğinin farkında. Bu durumun nedeni olarak, genetik mutasyonlar, eğitim yetersizliği ve politika gibi faktörler gösteriliyor. Simonton ise daha üst düzeydeki insanları ele alıyor.

‘Bilimsel yaratıcılığı en üst düzeyde olan’insanlara değinen Simonton, bu insanların ‘zaten bilinen şeylerin üzerine ekleme yapanlar değil, tersine Rönesans döneminde yaşamış olanlar gibi düşünceleriyle dünyayı anlayışımızı tamamen değiştirebilecek kişiler’ olarak tanımladı.


BENZERLERİ DÜNYAYA GELMEDİ
Simonton, araştırmasında dünya tarihine geçen Albert Einstein (1879-1955), Nikola Kopernik (1473-1543), Charles Darwin1809-1882, Galileo Galilei (1564–1642), Isaac Newton (1642–1727) ve Marie Curie’nin (1867–1934), bulundukları alanı tamamen değiştirdiğini veya yeni bilimsel alanlar yarattıklarını belirtti. Simonton, bilim dünyasında bu tür gelişmelerin artık yaşanmadığını söyledi.
ABD’li profesör, “Ne zaman birisi ders kitaplarını tamamen baştan yazmak zorunda bıraktı? Veya bir çizikten tamamen yeni bir alanı ortaya çıkardı? DNA’nın keşfinden bu yana aklınıza kimse geliyor mu?” ifadesini kullandı. Simonton, ünlü İngiliz fizikçi Stephen Hawking için, “Yaptığım tanıma göre Hawking’in dahi olduğunu zannetmiyorum. O sadece oldukça yetenekli bir bilim insanı” dedi.



SORUN NE?
Simonton, günümüzde insanların aptallaşmadığını ve bilim insanlarının da fazla zeki olmamak gibi bir sorun yaşamadığını belirtti. Ona göre sorun, bilim insanlarının örneğin Kopernik’e kıyasla çok daha fazla ham bilgiye sahip olması. Bunun nedeni alanlarında çok fazla tecrübe ve bilgiye sahip olmaları. Bu da üretkenliği olumsuz etkiliyen bir faktör olarak beliriyor.
Simonton, “Bir zamanlar büyük bir bilim insanı olmak için üniversiteye gitmeniz gerekmezdi. Yüksek okul çıktığında üniversite, üniversite olduğunda doktora gerekmezdi... Gereken eğitimi uzattıkça, uzmanlık alanı o kadar daralıyor. ‘Her şeyi bileceğim’ düşüncesi, gerçekten bilgili olmanın giderek önüne geçiyor” ifadesini kullandı.
Dünya’nın Güneş’in etrafında dönmesi, madde ve enerji arasındaki ilişki, yaşamın yapı taşları gibi keşiflerin artık yapılmadığını belirten Simonton, “Nasıl Olimpiyat sporcuları saliselerle rekor kırmaya çalışıyorsa, bilim insanları da bilinen bir şeye ekleme yapmaklar uğraşıyor” dedi.
İki bilimin bir araya gelmesi gibi büyük adımlar atılması gerektiğini ifade eden Simonton, 20’nci yüzyılda ‘astrobiyoloji, astrofizik, biyokimya ve benzeri alanların doğduğunu, yeni bir bilim keşfedilmesi halinde bir veya birden fazla bilim alanında devrim yaratabileceğini” belirtti.




CEVAP BEKLEYEN SORULAR
Makalesinde birçok bilim alanında çözümlenmemiş krizler bulunduğunu vurgulayan Simonton, örnek olarak hayatın orijinlerini gösterdi:
“Kendilerini kopyalayabilen hücreleri oluşturan proteinleri meydana getiren amino asit zincirlerini ne tetikledi? Fizikte ise yerçekimini doğanın üç diğer kuvvetiyle bir araya getiremek en büyük sorunlardan biri.”
Simonton, “Belki de doğanın güçlerini bir araya getirmenin yolu, fiziği baştan inşa etmektir” dedi. ABD’li araştırmacı, düşüncelerinin doğru olmaktan uzak olduğunu ümit ederken, “Sadece yeni bir bilimsel dahi beni yanıltabilir” dedi.


22 Ağustos 2013 Perşembe

En Şaşırtıcı Gerçek (Neil DeGrasse Tyson)


TIME dergisi alanında uzman ve dünyaya mal olmuş kişilere okurların sorularını yöneltir ve bunu “10 Soru” başlığı altında yayınlar. Röportaj yapılan kişilerden biri de astrofizikçi Dr.Neil DeGrasse Tyson’dır. Bir TIME dergisi okuru Tyson’a şu soruyu sorar:
"Evrenle ilgili bizimle paylaşabileceğiniz en şaşırtıcı gerçek nedir? ".
Bu videoda Tyson’ın bu soruya verdiği cevabı bulacaksınız.


Video, Cinematic Orchestra'nın "To Build A Home" adlı şarkısı eşliğinde göz kamaştırıcı bir içerik sunuyor. Bu görsel şölende yer alan film kareleri NASA, HUBBLE teleskobu ve BBC gibi köklü kaynaklardan alınmış. Görüntüler Tyson'ın cümleleriyle birleşince size de uzayın derinliklerine dalıp o güzellikler içinde kaybolmak kalıyor.


Bu video Max Schlickenmeyer tarafından derlenmiştir. 

UZAYIN KOKUSU NEYE BENZİYOR?

Aslına bakarsanız, uzay berbat kokuyor. Tam olarak neye benzediğine dair emin değiliz; ama kesin olarak bildiğimiz şu ki koku pek iç açıcı değil. Aslında astronotlar için NASA’nın kokuyu deneyip taklidini yapmak istemesi tuhaf bir durum; böylece uzay yürüyüşçüleri kendilerini neyin içine attıkları ve tabi burunlarını neye dahil ettiklerini bilebilecekler.




Daha önce uzay yürüyüşüne çıkmış insan sayısı az olduğundan, net bir koku teşhis etmekte zorlanılıyor. Önceki astronotların, kokuya en yakın olarak adlandırmaları “kurutulmuş biftek”, “sıcak metal”, “kaynar duman” ve hatta “barut” tu. Şimdilerde, NASA Londralı Kimyager Steve Pearce’den, gönüllü olarak kokuyu tekrar yaratması için yardım talep ediyor. Bunun büyük ölçüde uzay eğitim egzersizlerinde yardımcı olacağına inanılıyor.

Belki, daha önce hiç kendi başına uzaya yolculuk etmemiş olsa da, Pearce uzay kokularına tamamen yabancı değil. Yakın zamanda Mir uzay istasyonunda kalıcı olarak bulunan kokuyu tekrar yaratmayı başardı. Discovery’ye söylediğine göre karışım “terli ayak kokusu ve eski vücut kokusunu alın, şimdi bunları aseton ve gazolin kokusuyla birleştirin… Ve sonuca yaklaştınız!’’. Votkanın dokunuşunu da eklemeliyiz; çünkü hepsinden önemlisi, Mir deki mürettebat, Rus astronotlardan oluşuyor buraya kadar hepsini topladığımızda ve en son sonuca baktığımızda, Pearce’in belirttiği sonuç “korkunç.”
Pearce’ın söylediği “Bu kesinlikle bizlere, Mir’de uzun süre tıkılıp kalmanın gerçekten iyi bir fikir olmadığını gösteriyor.”.Ama rahatlatıcı bir şekilde bu koku sadece uzay istasyonunun dış sınırlarında yer alıyor ve astronotlar bu kokuyu ancak uzaya açılan son sınırının içine adım attıkları zaman içlerine çekiyorlar. Tüm bunların ötesinde, esas sorun şu ki uzayın kokusunu bulduğumuzu farz etsek bile bunu kanıtlayabilmek çok zor olabilir.


Söylentilere dayalı keşifleri bir araya getirirsek-Pearce’ın söylediği şu ki; kurutulmuş biftek ve metal aslında bir çizgide buluşuyorlar ve “bizim, oluşan bu hissiyatın, aslında bazı yüksek-enerji titreşimlerine sahip parçacıkları içimize aldığımızda, havayla birleşmeleri sonucu oluştuğu doğrusuna itiyor.” Yakın zamanlarda uzayın toz parçacıklarında bulunan etil formatın keşfi (ahududuya aromasını verenle aynı madde) ile uzayın kokusunu tekrar oluştururken güçlü bir başlangıç noktası ortaya çıkmış oldu; buna göre sülfüriğe yakın bir koku, uzay için olasılıklı bir ihtimal.
NASA astronotu Kevin Ford, 2009'daki Dünya etrafındaki turundan sonra, aslında bu kokunun ne kadar eşsiz olduğunu özetler şekilde “Hayatım boyunca hiç koklamadığım bir şey gibiydi; ama  asla unutmayacağım bir koku”dedi.

Kaynaklar:


21 Ağustos 2013 Çarşamba

Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nı Da Vinci tasarlasaydı neye benzerdi?


Leonardo Da Vinci'nin zamanının ötesinde bir mucit ve tasarımcı olduğunu artık hepimiz biliyoruz. Ancak onun bir büyük hadron çarpıştırıcısı tasarlamış olmasını hayal edebilir misiniz?



CERN araştırmacısı Dr. Sergio Cittolin, Büyük Hadron Çarpıştırıcısı'nın (LHC) Leonardo ve rönesans tarzında illüstrasyonlarını çizdi. Citttolin, LHC'nin iki parçacık fiziği dedektöründen biri olan Kompakt Müon Solenoid (KMS) dedektörü üzerine çalışıyor.
Leonardo tarzı çizimlere ise KMS dedektörü çalışır hale gelmeden çok önce başladı. Modern teknoloji ve rönesans konseptini harmanlayan bu çizimleri yapmak içinse sayısız kitap ve somutlaştırılmış veriden yararlandı.


19 Ağustos 2013 Pazartesi

Dünyanın Sonu Nasıl Gelecek?

Dünyamızın bize her gün çeşitli uyarılar vererek sona yaklaştığını hissettirdiği son birkaç yılda bunun nasıl bir son olacağına dair düşünceleriniz oldu mu? Sizin için en popüler beş felaket senaryosunu tüm ayrıntılarıyla açıklıyoruz.

Uzaylı İstilası


Kurtuluş Günü (Independence Day) filminin bize öğrettiği bir şey varsa o da dünya dışı varlıkların dünyamıza geldiklerinde tek dertlerinin "ihtiyaçları olanı alıp geri dönmek" olmayacağıdır. 1960 yılında astrofizikçi Frank Drake, Samanyolu galaksisinde yaşayan uzaylı medeniyetleri saptamak için gerekli olan şeyleri araştırmış. Drake denklemi adını verdiği bu çalışma yeni yıldızların oluşum sıklığı ve yaşam belirtisi gösteren gezegen sistemlerinin sayısı gibi konuları araştırıyor. Bu sayılar birer varsayım olsa bile Drake en iyi ihtimalle galaksimizde 1000 ile 100.000.000 arasında dünya dışı medeniyetin olduğunu öngörüyor.
Peki bu yaratıklar dünyamızı bulduklarında ne olacak? Stephen Hawking dünyanın dünya dışı bir medeniyet tarafından keşfedilmesine dair elimizdeki en iyi modelin Avrupalıların Yeni Dünya’yı (Amerika) keşfettiklerinde olan şeylerle aynı olacağını belirtiyor ve devam ediyor: “Çok akıllı ve aşırı gelişmiş bir medeniyetin karşılaşmak istemeyeceğimiz bir şeye nasıl dönüşebileceğini görebilmek için kendimize aynada dönüp bakmalıyız. Bu varlıkların kendi gezegenlerindeki tüm kaynakları tükettiklerini ve yaşamlarını sürdürebilmek için devasa gemiler içerisinde yola çıktıklarını hayal ediyorum. Bu gelişmiş varlıklar büyük ihtimalle göçebe olarak gezerek ulaşabildikleri tüm gezegenleri ele geçirip kolonileştirmek isteyeceklerdir.”

Günümüzde Voyager 1 adlı uzay sondası Güneş rüzgarlarının yerlerini yıldızlar arası maddeye bıraktığı Heliopause bölgesine yaklaşmakta. Bu rotasıyla insanoğlunun geliştirdiği ve güneş sistemini terk ederek yıldızlar arası alana girecek olan  ilk obje olma özelliğini taşıyor. Şimdiye kadar tam 17.9 milyar km yol kat etti ve saatte 61.155 km/s hızla ilerliyor. Üzerindeki pilin 2030 yılına kadar dünyaya sinyal gönderebileceği tahmin ediliyor. Fakat sahip olduğu eylemsizlik ile uzayın derinliklerine doğru kıyamete kadar ilerleyeceği kesin. Bu kadar yol katetmiş olmamıza rağmen galaktik keşif için gerekli olan ürkütücü teknolojiler göz önüne alındığında biz dünyalılar, uzaylı ırk için en iyi ihtimalle birer böcek, en kötü ihtimalle de onların akşam yemekleriyiz.

Yaşayan Ölülerin İntikamı


Birleşmiş Milletler Salgın Kontrol Merkezi acil durumlara hazırlıklı olunması için bir web sayfası hazırladı. Ve bu web sayfası garip bir şekilde zombi saldırıları ile ilgili bir bölüm de içeriyor: (“Bir saldırı kiti edinin. Plan yapın. Hazırlıklı olun.”) Ürünleri oldukça popüler olan cephane üreticisi Hornady’nin en çok satılan ürünü ise zombileri anında öldürmeye yarayan Z-MAX adında yeşil uçlu bir kurşun. (Sloganı: “Kesin olarak öldürün.”) Max Brooks tarafından yazılan ve zombilerden kurtularak hayatta kalabilme rehberi olma özelliği taşıyan “The Zombie Survival Guide: Complete Protection from the Living Dead” adlı kitap çıkışından dokuz yıl sonra bile best-seller olmaya devam etti. Sonuç olarak bu “yaşayan ölüler” ve onların sebep olabileceği tehditler hakkında biraz korku ve endişe duyulduğu ortada.

Haziran 2012’de New York Syracuse’da çıplak bir kadın homurtulu ve tutarsız bir ruh halinde ailesine saldırdıktan sonra yakalandı. Bir kadın Kansas City Missouri’de komşusunu ısırdı, dizleri üzerine çöktü ve bir köpek gibi toprağı kazmaya başladı. Daha sonra da ağzı toprak ve pislik dolu halde vahşice tekmeler savurarak polise karşı koymaya çalıştı. Bundan sadece günler önce çıplak bir adam bir evsizin yüzünü ve gözlerini ısırıp çiğnerken polis tarafından vurularak etkisiz hale getirildi. Adam ilk kurşunu yemesine rağmen evsizin yüzünü ve gözlerini kemirmeye hala devam ediyordu. Amerika Birleşik Devletleri'nde ve dünyanın birçok farklı yerinde daha gerçekleşen bu dehşet verici kazalar, aklımıza 28 Gün Sonra adlı filmin aslında bir belgesel olabileceği ihtimalini getirmiyor değil doğrusu.

Göktaşı Yağmurları


1998 yılı göktaşlarıyla gelen felaket senaryolarını izlediğimiz filmler açısından oldukça zengin bir yıldı. Hem Armageddon hem de Derin Darbe adlı filmler bize insanlığın göktaşlarından kurtulabilmesi için sadece birkaç nükleer bomba ve cesur bir ekibin yeterli olacağını göstermişti.
Ama ne yazık ki bu o kadar da basit değil. Öncelikle dünyayı yok edebilecek kadar büyük bir göktaşını patlatabileceğimiz kesin olmadığı gibi bunu isteyip istemeyeceğimiz de tartışılmalı. Çünkü çapı 10 km’den fazla olan bir göktaşını havaya uçurmanız devasa bir problemi  binlerce küçük probleme böleceğiniz anlamına geliyor. Bu da Dünya’nın atmosferinin tüm bu kinetik enerjiyi emmesi ve canlı yaşamının da en sonunda sona ermesi anlamına geliyor.
Rage adlı bilgisayar oyununda karşılaştığımız  1999 RQ36  kod adlı göktaşının oyundaki gibi 2182 yılında dünyaya çarparak onu yok etme olasılığı binde bir olarak görülüyor. Aynı olasılık 2036 yılnda beklenen 99942 Apophis kod adlı göktaşında ise ikiyüzelli binde bir. Bu da bir göktaşının dünyaya çarpması sonucu ölme olasılığınızın bindiğiniz uçağın düşmesi sonucu ölme olasılığınızdan (onbir milyonda bir) daha fazla olduğu anlamına geliyor.

İyi haberi tabi ki sona sakladık. Unutmayın ki dinazorlar 65 milyon yıl önce bizim için 1-0 öne geçtiler.

Termonükleer Felaket


Büyük bir felaketten sonra hayatımız Fallout oyunundaki gibi etkileyici müzikler çalarken arada bir ortaya çıkan mutantlar eşliğinde geçebilir fakat büyük ihtimalle öyle olmayacak. “The Road” romanındaki gibi gezegenin tamamen buza dönüştüğü güneşsiz bir dünyada yamyamlardan kaçarak hayatta kalma mücadelesi içerisinde geçecek. Böyle bir iklimin nedeni ise nükleer kış olacak. Teorik olarak dünyada nükleer güce sahip ülkeler kıtalar arası nükleer füzelerin uçmasına karar verirlerse çoğunlukla en büyük ve en önemli metropoller hedef seçilecek ve bu da çok fazla duman çıkacağı anlamına geliyor. Bu duman stratosfere ulaşıp yağmur bulutlarının da üzerine çıkarak orada birikmeye başlayacak. Ve aniden güneş ışınlarının dünyaya ulaşmasını engelleyerek gezegeni hiçbir zaman sona ermeyecek bir kışa mahkûm edecek. Güneş ya da sıcaklık olmadan insanlığın devamını sağlayacak gıda maddeleri yetişemezken yeterli oksijen de üretilemeyecek ve bu açlık yıllarca sürecek. Bu sürecin kaç yıl süreceğini görebilecek kadar uzun yaşayabileceğimiz ise maalesef kesin değil.
Nükleer kış tek problemimiz olmayacakmış gibi görünüyor. Terminatör 2’yi izleyenler çocuk parkı sahnesini hatırlayacaklardır. Birçok insan nükleer bomba yüzünden anında buharlaşacak ve geriye sadece önünde durdukları ya da üzerinde oturdukları duvar üzerinde radyoaktif ışınlar yüzünden oluşan gölgeleri kalacak. Bu ilk dalgadan kurtulanlar oldukları yerde alev almalarına neden olacak kadar yoğun bir sıcak hava dalgasına maruz kalacaklar. Tüm bunları bir şekilde atlatabilenlerin ise radyasyon zehirlenmesi ve nükleer serpinti yüzünden kaç yıl daha yaşayabilecekleri belli değil. Çevrenin tamamen yok olacağı bu olaylar zincirinden sonra ise simsiyah bir radyoaktif yağmur dalgası tüm gezegeni saracak.

Kulağa rahatsız edici geliyor değil mi? Peki bunları yaşama olasılığımız sizce nedir? Stanford Üniversitesi’nden Martin Hellman’a göre bugün doğacak bir çocuğun nükleer bir savaş yüzünden ölme olasılığı yüzde on. Bu olasılık diğer felaket senaryolarını düşündüğümüzde hiç de azımsanmayacak cinsten. Bu yüzden hepimizin özellikle bu konuda biraz düşünmesi gerekiyor.

Yeraltından Gelen Tehlike


Tremors, Gears of War ve 2002 yapımı Reign of Fire filmlerinden öğrendiğimiz üzere, gezegenimizin yer kabuğunun hemen altında bizi bekleyen “büyük” tehlikeler var. Acaba her gün yürüdüğümüz yolların altında gizlenen ya da tüneller açan bu korkutucu yaratıklar saldırmak için doğru zamanı mı bekliyorlar?
Muhtemelen hayır. Fakat yine de derinlerde bir yerde önemli şeyler oluyor. Örneğin olağanüstü çevre koşullarında (sıcak su kaynakları vb.) bile yaşayabilen organizmalar familyasından olan xenophyophore’lar, Mariana Çukuru’nda tam 10.621 metre derinlikte yaşıyorlar. Bu 10 santimetrelik tek hücreli organizmaların büyüyerek insanlığı ele geçireceği pek olası görünmese de Wolverine benzeri olağanüstü bir dirence sahipler. Çünkü Mariana Çukuru’nda inç başına tam 8 ton basınca maruz kalarak yaşamlarını sürdürebiliyorlar.
Karada yaşan canlılar arasında en derinde olanı ise 1979 km’de bulunuyor. Terrestrial Arthropod Reviews adlı yayında incelenen Plutomurus Ortobalaganensis adlı bu canlının, Abhazya’daki Krubera-Voronja mağarasında çürümüş ve bozulmuş maddeleri yerken keşfedildiği belirtiliyor.

Ayrıca 29 Haziran 1934 yılında Los Angeles Times’ın yayınladığı habere göre kertenkele-insan karışımı canlıların şehrin yüzlerce metre altındaki mağaralarda yaşadığı anlatılıyor. Fakat şu anda bu gizli mağaraların nerede oldukları tam olarak bilinemiyor.

Bonus: Matrix Felaketi


Biz tüm bu senaryoları inceleyerek olabilecekleri kestirmeye çalışırken belki de büyük felaket çoktan gerçekleşti ve şu anda The Sims adlı oyunun çok ama çok gelişmiş bir versiyonu içerisinde hayatlarımıza devam ediyoruz. Oxford Üniversitesi’nden Dr. Nick Bostrom şu anda %20 ihtimalle bir bilgisayar simülasyonunun içerisindeyaşadığımızı düşünüyor. En azından eğer şu anda içinde bulunduğumuz gerçeklik sahiden de Sid Meier’s Civilization ya da The Sims oyunlarının gelişmiş bir versiyonuysa hala umudumuz var demektir. Çünkü en zararsız felaket senaryosu şimdilik bu gibi görünüyor. Bu yüzden moral bozmadan hayatın tadını çıkarmaya devam etmekte fayda var.



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...